(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde
okurken, 1974 yılının Haziran ayı sonlarına doğru Erzincan’ın Refahiye kazası
Bahasor köyüne, yani doğduğum köye gittim. O yıl babaannemin köyü olan
Pusans’ta akrabaların bir düğünü vardı. Köyden kente gelin götürülecekti. 10-15
evin bulunduğu köyde düğün üç gün üç gece sürdü.
Üç gün boyunca akşamları tam bir şenlik havası içinde geçti. Önce kız evinin
yakınındaki harmanda yakılan ateşin etrafında doyasıya halaylar çekildi.
Ardından bir odası “meyhane”ye çevrilen köylülerin evlerine misafirler pay
edildi. İstanbul, çevre köy ve ilçeden gelen misafirleri ev sahipleri kusursuz
ağırlamak için adeta çırpınıyordu. Çünkü sonraki günlerde misafiri en iyi
ağırlayan kişi ve evi günlerce konuşuluyor:
- Helâl olsun adama,
misafirlerini en iyi Afilli ve Adanalı Memet ağırladı! diye o kişi ve ev halkı
hakkında övgüyle söz ediliyor; bu övgü de o ev sahibi için yetiyordu…
Hatta sonraki düğünlerde en iyi
ağırlayan ev tercih edileceğinden, ev sahipleri misafir ağırlamakta adeta
yarışıyor; üç gün üç gece neredeyse kirpiklerini yummuyorlardı.
Oğluna gelin götürecek düğün sahibi İstanbul’da bakkaldı. O yıllar bakkal
dükkânı olan bir kişi zengin sayılırdı. O yüzden rakı da yemek de bolcaydı.
Ertesi gün kimin çok içtiği, kimin sarhoş olduğu ve olmadığı tartışma konusu
olur:
- Helâl olsun Çaho Cemal’e neredeyse bir büyük bitirdi, adama hiçbir şey
olmadı, diye övülüyordu.
Unutuyordum, davulcu-zurnacı da
önemliydi. Zurnacı civar köylerin en iyi zurnacılarındandı; adı “Zurnacı
Sebo”ydu…
Düğünün son günü gelin anne evinden çıkarılıp ata bindirildiğinde:
- Sebo hele şu zurnanı
çıkar, kız anasını bir ağlat! dediklerinde, Zurnacı Sebo bütün hünerlerini
sergiledi. Sol eli sabit dururken, sağ elinin parmaklarını zurnanın ağzına
yakın kısmından başlatarak bütün deliklerine bir çırpıda dokunup ucuna kadar
kaydırıyor, tekrar başa dönüyordu. Bu hareketleri yaparken, avurtları da bir
şişip bir iniyordu. Sebo, zurnayı öttürmek için var gücüyle üflüyor; ağzında
biriken sular zurnanın ön deliğinde annenin kızı için akıttığı gözyaşları gibi
yere damlıyordu.
Davulcu Çılto da
zurnacıdan geri kalmıyordu; davulunu patlatırcasına çalıyordu. Çünkü bir
düğünde zurnacı kadar davulcusu da önemliydi. Bir birlerini tamamlamaları
gerekiyordu. O yüzden davulcu Çılto da Zurnacı Sebo’dan geri kalmıyordu.
Üç gün üç gece sonunda düğün alayı İstanbul’a uğurlandıktan sonra ben de kızın
babası “Değirmenci Hüseyin”le Erzincan’a geçtim. Oradan Germili köyüne… Burada
akrabalarımızın yanında birkaç gün kaldıktan sonra tekrar kendi köyüme döndüm.
Köyümde İstanbul’dan bir arkadaşımdan emanet olarak aldığım üstten bakmalı
(sanırım Leica marka idi) fotoğraf makinesi ile fotoğraflar çektim. İlk defa
fotoğraf çekiyordum. Arkadaşımın bana anlattıklarını uygulamaya çalışıyordum.
Çektiğim fotoğraf karelerinden en çok beğendiğim ve elimde kalan yukarıdaki
fotoğraf.
O fotoğraf karesinde köydeki komşularımızın arasında babaannem
Fidan da (oturan sağdaki) bulunuyordu. O fotoğraf karesinde dedem Dursun yok;
ama niye yok onu şimdi hatırlamıyorum. Neticede o fotoğraf karesinde yer
alan 10 kişiden yedisi şimdi yaşamıyor…
Yaşayanlardan birisi o sıralar 2-3 yaşlarında
olan ve yerde dedesi Rıza’nın kucağında olan Ercan ile babası Özcan. Bir diğeri
de Özcan ile ele tutuşan arka sırada sağdan üçüncü kişi İmdat…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder