25 Ağustos 2012 Cumartesi

ÜÇÜ DIŞINDA HEPSİ ÖLDÜ...

                          Bahasor Köyü'nde emanet bir fotoğraf makinesiyle çektiğim ilk fotoğrafım...
                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
           
            Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde okurken, 1974 yılının Haziran ayı sonlarına doğru Erzincan’ın Refahiye kazası Bahasor köyüne, yani doğduğum köye gittim. O yıl babaannemin köyü olan Pusans’ta akrabaların bir düğünü vardı. Köyden kente gelin götürülecekti. 10-15 evin bulunduğu köyde düğün üç gün üç gece sürdü.
            Üç gün boyunca akşamları tam bir şenlik havası içinde geçti. Önce kız evinin yakınındaki harmanda yakılan ateşin etrafında doyasıya halaylar çekildi. Ardından bir odası “meyhane”ye çevrilen köylülerin evlerine misafirler pay edildi. İstanbul, çevre köy ve ilçeden gelen misafirleri ev sahipleri kusursuz ağırlamak için adeta çırpınıyordu. Çünkü sonraki günlerde misafiri en iyi ağırlayan kişi ve evi günlerce konuşuluyor:
- Helâl olsun adama, misafirlerini en iyi Afilli ve Adanalı Memet ağırladı! diye o kişi ve ev halkı hakkında övgüyle söz ediliyor; bu övgü de o ev sahibi için yetiyordu…
             Hatta sonraki düğünlerde en iyi ağırlayan ev tercih edileceğinden, ev sahipleri misafir ağırlamakta adeta yarışıyor; üç gün üç gece neredeyse kirpiklerini yummuyorlardı.
            Oğluna gelin götürecek düğün sahibi İstanbul’da bakkaldı. O yıllar bakkal dükkânı olan bir kişi zengin sayılırdı. O yüzden rakı da yemek de bolcaydı. Ertesi gün kimin çok içtiği, kimin sarhoş olduğu ve olmadığı tartışma konusu olur:
             - Helâl olsun Çaho Cemal’e neredeyse bir büyük bitirdi, adama hiçbir şey olmadı, diye övülüyordu.   
            Unutuyordum, davulcu-zurnacı da önemliydi. Zurnacı civar köylerin en iyi zurnacılarındandı; adı “Zurnacı Sebo”ydu…
             Düğünün son günü gelin anne evinden çıkarılıp ata bindirildiğinde:
- Sebo hele şu zurnanı çıkar, kız anasını bir ağlat! dediklerinde, Zurnacı Sebo bütün hünerlerini sergiledi. Sol eli sabit dururken, sağ elinin parmaklarını zurnanın ağzına yakın kısmından başlatarak bütün deliklerine bir çırpıda dokunup ucuna kadar kaydırıyor, tekrar başa dönüyordu. Bu hareketleri yaparken, avurtları da bir şişip bir iniyordu. Sebo, zurnayı öttürmek için var gücüyle üflüyor; ağzında biriken sular zurnanın ön deliğinde annenin kızı için akıttığı gözyaşları gibi yere damlıyordu.   
Davulcu Çılto da zurnacıdan geri kalmıyordu; davulunu patlatırcasına çalıyordu. Çünkü bir düğünde zurnacı kadar davulcusu da önemliydi. Bir birlerini tamamlamaları gerekiyordu. O yüzden davulcu Çılto da Zurnacı Sebo’dan geri kalmıyordu.   
             Üç gün üç gece sonunda düğün alayı İstanbul’a uğurlandıktan sonra ben de kızın babası “Değirmenci Hüseyin”le Erzincan’a geçtim. Oradan Germili köyüne… Burada akrabalarımızın yanında birkaç gün kaldıktan sonra tekrar kendi köyüme döndüm.
            Köyümde İstanbul’dan bir arkadaşımdan emanet olarak aldığım üstten bakmalı (sanırım Leica marka idi) fotoğraf makinesi ile fotoğraflar çektim. İlk defa fotoğraf çekiyordum. Arkadaşımın bana anlattıklarını uygulamaya çalışıyordum. Çektiğim fotoğraf karelerinden en çok beğendiğim ve elimde kalan yukarıdaki fotoğraf.
            O fotoğraf karesinde köydeki komşularımızın arasında babaannem Fidan da (oturan sağdaki) bulunuyordu. O fotoğraf karesinde dedem Dursun yok; ama niye yok onu şimdi hatırlamıyorum.  Neticede o fotoğraf karesinde yer alan 10 kişiden yedisi şimdi yaşamıyor…
            Yaşayanlardan birisi o sıralar 2-3 yaşlarında olan ve yerde dedesi Rıza’nın kucağında olan Ercan ile babası Özcan. Bir diğeri de Özcan ile ele tutuşan arka sırada sağdan üçüncü kişi İmdat…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder